ausmalbilder

Bir tasarım şehri olarak İstanbul

Metro yolculuğu sırasında iki saniye bile oyalanmamıza yetmeyecek kadar fakir, grissini kadar bir metro ulaşım haritasına sahip bu şehrin, diğer açılardan bu kadar zengin olabilmesi dengeli bir ilişki mi acaba? Tekerlekli sandalyeyle 100 metre bile ilerlemenin imkânsız olduğu bir şehirde, bu kadar sık ve bu kadar şık tasarım davetinin düzenlenmesi doğal mıdır yani? Benim gördüğüm kadarıyla birkaç şişe ve bardak dışında sadece kongre, bienal, komisyon, yarışma, parti, davet başlıkları altında toplanabilir bir tasarım sahnesinden söz edebiliyoruz.


Neden olduğunu çok iyi bilmemekle birlikte, yine de bazı gelişmele rin hızı beni korkutur. Haydan gelen huya gider, derler ya, onun gibi bir duygu kaplar içimi, özellikle de olumlu yönde gelişmeler çok hızlı gerçekleşirse, istanbul’un çok kısa sürede önündeki 143 metro polü atlayıp birinciliğe yerleşmesi, beni ürkütüyor açıkçası. Okudu ğum habere göre, aslında bu sonuca varılan değerlendirme, ağırlıklı olarak ekonomi, büyüme ve istihdam gibi kıstaslara dayalıydı. Bu ölçütlerle bakıldığında istanbul gerçekten dünyada bulunamaz bazı güçlere sahip ve bu bugünün işi değil, kurulduğu günden bu yana İstanbul’un sahip olduğu bir cevher bu. Genellikle yaşlı topraklar da bulunmayan bir enerjidir bu, sıklıkla ekonomide dinamizm diye de söz edilir bu cevherden. Özünde İstanbul’da yaşayan insanların yarattığı bir dinamizm bu ve bu insanların çevrelendiği çok coğrafi bir hava bu, çok lodosla, yokuşla ve Boğaziçi ile ilgili bir durum bu. Bu açıdan bakıldığında bu gelişmeden, bu hızlı ilerlemeden çok da korkmamak gerekir aslında. Ama eş zamanlı olarak istanbul’un caz müziğinin de başkentlerinden biri haline dönüşmesi, çağdaş sanat dalında da çok adı geçen bir yer olması, hoş bunların hemen hepsi maalesef ekonomik düzeyle de çok bağlantılı olmakla birlikte, moda konusunda da başı çekmesi, dünyanın en iyi markalarına da dünyada herhalde en çok alışveriş merkezine sahip şehir olarak İstanbul’un ev sahipliği yapması, işte tüm bunların bir araya geldiği İstanbul resmi beni biraz korkutuyor. Metro yolculuğu sırasında iki saniye bile oyalanmamıza yetmeyecek kadar fakir, grissini kadar bir metro ulaşım haritasına sahip bu şehrin, diğer açılardan bu kadar zengin olabilmesi dengeli bir ilişki mi acaba? Tekerlekli sandalyeyle 100 metre bile ilerlemenin imkânsız olduğu bir şehirde, bu kadar sık ve bu kadar şık tasarım davetinin düzenlenmesi doğal mıdır yani? Benim gördüğüm kadarıyla birkaç şişe ve bardak dışında sadece kongre, bienal, komisyon, yarışma, parti, davet başlıkları altında top lanabilir bir tasarım sahnesinden söz edebiliyoruz. Yabancı konuk lar açısından doğal olarak çok şanslıyız; çünkü İstanbul herkes için çok ciddi bir çekim merkezi, bu toplantıları Ankara’da yapmak iste seniz herhalde bunun çeyreği kadar katılım sağlayamazsınız. Yine de toplamda olup biten benim içime tam sinmiyor. Bunu sadece bir istanbullu olarak yaşıyorum; hiç işe tasarımcı olarak bakmıyorum. Tahmin ediyorum ki, bugün bu işlerin peşinden koşan siyah yakalı lar, söz konusu tasarım olunca onun bürokratlarından da böyle söz etmek hata olmaz herhalde, herhalde hükümetle gelecekteki ulusal tasarım politikalarını görüşüyorlardır ve Danimarka kadar olmasa bile bir bütçe oluşturulmasını takip ediyorlardır. Çokbilmiş hükümet de bu konuların ne kadar itibar sağladığını daha önce ölçüp biçtiği için, her ne kadar rakı şişesinin tasarım ödevlerimizin başında gel mesinden biraz rahatsız olsalar da, herhalde akıllıca bir ayarlama yapmaya hevesli gözüküyordur. Tüm bunlardan en ufak bir kuş kum yok. Tüm bu davetlerden de aslında rahatsız değilim, rahatsız olduğum tasarım adına ne kadar ne yaptığımızla ilgili aslında. Tasa rımın ta kendisiyle ilgili olan özünden söz ediyorum. Ulusal tasarım politikalarının oluşturulmasından değil, o tür çalışmaların ülkemizde ki eni ve boyu üç aşağı beş yukarı bellidir zaten. Zanaatla, tasarımın karışmaya başladığı bulanık sularda yüzen, Avrupa Birliği bütçeleri nin yandaş akademisyenlere ve yerel yönetimlere hediye edileceği, zarif ama içi boş bir kabuk olacaktır bizim ulusal tasarım politikamız, içindekiler listesinin, içeriğinden daha yüklü olduğu, okunduğunda tüm tasarım öğrencilerinin uyuklayacağı, bir manifesto olacaktır.


istanbul’un tasarım sahnesinin siyah giyimli, Bohemian Rhapsody pozları veren, pırıltılı Absolut şişesi etrafında toplanmayı seven emek tarları her zaman davetlerde boy gösterecekler. Her zaman davetler verilecek, internet sitesinde ülkeler listesinde Türkiye’nin yer almadı ğı Svvarovski her yeni mağazasını açtığında, tüm tasarımcılar davetli olacak. Hemen tüm tasarım etkinliklerin adı, sanı, anadili İngilizce ola cak, izleyiciler açısından Design VVeek ve Fashion VVeek ve istanbul Shopping Fest arasında bir fark kalmayacak. İnsanlar yine parası var veya yok gibi iki basit sınıfa bölünecek. Parası olanlar bu etkinliklerle ilgilenecek, olmayanlar ilgilenmeyecek. Tasarımcıların da buna hiç bir faydası olmayacak. Tasarımcılar sayesinde İstanbul’da yaşam ne daha kolay olacak, ne de daha rahat olacak. Tasarım istanbul’un süslerinden biri olarak kalacak. Ben bundan korkuyorum. İstanbul’da olup biten her şey adına bundan korkuyorum. Millet hâlâ Haluk Levent’in Karagöz ve Hacivat albümünü beklesin; ama İstanbul bir caz şehri olsun. Ama Kerem Görsev üşenmesin Kanyon’da caz programı yapsın. Bence Kerem Görsev’in iki sene sonraki konserinin biletlerinin şimdiden karaborsaya düşmesi gerekirdi.


istanbullular, parlak füme kumaştan, yakasında teyelleri unutulmuş gibi takım elbiseler ve siyah rugan pabuçlarla işe gidecekler, tüm kızlar, gerçek veya sahte, o naylon Haymarket Check çizmeleri, sanki Türk Hava Kurumu bedava dağıtıyormuş gibi, giymek için birbirleriyle yarışacaklar ve İstanbul modanın başkenti olacak. Bu uçurumlar ve gerilimler beni korkutuyor. Tüm bunların korkunç bir zenginlik olduğunu biliyorum, son derece eğlenceli bir yer burası, kabul; ama endişeliyim işte.


Tasarımcıların mimarlar kadar can sıkıcı olmalarını istemiyorum do ğal olarak. Ama mimarlıkta kazanılanlar gibi ödüllerin kazanılmasını istiyorum tasarımda da. Mesela ben, Emre Arolat’ı hiç bir magazin haberinde görmüyorum. Siyah giyindiğini biliyorum. Şaka değil, fab rika binası tasarımıyla Ağa Han ödülü kazandı. Ama Derin Sarıyer’e en az Derin Mermerci kadar sık rastlamak mümkün. Üstelik Aziz Bey, daha Türkçe’de tasarım sözcüğü bile yokken varını yoğunu bu işe vermiş bir öncüdür, Onu da çok görmüyorum.


Tasarım alanından Türk veya istanbullu Philippe Starck’lar olsun derdinde de değilim doğal olarak. Ama bizde de Oskar Zieta gibi birileri olsun veya bu yönde çalışmalar olsa iyi olur diye düşünüyo rum. Yani tasarım dediğimiz de sadece pozdan ibaret değil. Oskar


Zieta, sac levhaları birbirlerine kaynatarak ve sonra havayla şişirerek çalışıyor. Bu iş için gerekli yatırımı hayal edebilirsiniz. Sonuçta rulo halinde profil üretiyor, çünkü bu profile hava basılınca gerekli statik değerlere ulaşıyor ve ciddi bir taşıyıcı profil haline dönüşüyor. Hatta bu profilin ilk 1 kilometresi şimdi 125′er santimetrelik parçalar ola rak rulo halinde satılıyor. Evet, hem para kazanmak; hem de ger çekten gerekli bir işi çözmek mümkün demek ki. Şişirilmiş halinin ne kadar hafif; ama ne kadar da taşıyıcı ve dayanıklı olduğunu tahmin edebilirsiniz. Oscar Zieta’nın bu işlerini İstanbul’da görmek müm kündü. Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesinde “Polon ya Tasarımı” adında bir sergi açılmıştı; istanbul’un Kültür Başkenti hikâyesi kapsamında. “Polonya Tasarımı” ne Absolut kadar; ne de Svvarovski kadar sükseli bir marka değil doğal olarak. Ne de dave tiyesi onlar kadar havalıydı. Polonya bir Danimarka da değil. DJ per formansları ve ışık gösterileri de yoktu. Marmara Üniversitesi Müzik


Bölümü öğretim üyesi Ayhan Öztürk akordeonla tangolar çalmış, o kadar. Bu sergi daha önce Ankara’da Hacettepe Üniversitesi Gü zel Sanatlar Fakültesi’nde de açılmış. Hatta açılışta Rektör Profesör Doktor Uğur Erdener, tasarım denince akla Polonya’dan başka ül keler geldiğini şaşkınlıkla ifade etmekten kendini alamamış. Karim Rashid gelseydi herhalde durum farklı olurdu. Derdimi anlatamıyo rum, Oskar Zieta bakırla alüminyum karıştırıp bir levha üretiyor, iki levhayı birbirine kaynaklıyor ve sonra içine hava basıp en hafif, en taşıyıcı konstrüksiyon elemanının peşinde koşuyor. Bu tür araştırma geliştirme projelerinin desteğe gerek duyduğu ke sin. Ama biraz geri çekilip baktığınızda, bir sanayici, Emre Arolat’a fabrika binası tasarlaması için gidiyorsa ve eğer hapishane gibi ol masın diye istekte bulunabiliyorsa, o zaman aklı başında projelerin desteklenmesiyle ilgilenecek birçok sanayici de bulunabilir. Tüm desteği hükümetten beklememek gerekiyor. Hükümet büyük ola sılıkla sadece reklamı büyük olacak girişimlere iştahlıdır. Sanıyorum tasarımcı lafından anladıkları da, siyah giyinen ve rakı şişesi ve çay bardaklarıyla ilgilenen, fotoğrafları çekilirken de bir garip bakmayı becerebilen sükseli beyler ve bayanlardır. Ancak üçüncü Boğazi çi köprüsü veya dahası ikinci Boğaziçi gibi getirişi yüksek projeler sunulabilirse belki tasarımın gelişimi için de bir bütçe sağlanabilir. Yoksa tasarımın bu geldiği nokta, yani VVailpaper sayfalarına çıka cak kadarki hali ve yarattığı genel İstanbul sahnesi zaten oldukça tatminkârdır onlar açısından. İstanbul eskiden bir başkentti. Saraylarında hükümdarların bülbül sesi dinlemek için kendilerine yer yaptırdıkları bir başkentti. En az uzak doğuda olduğu kadar, nesnelerin ruhunu görmeye alışık ve buna değer veren bir kültürün başkentiydi burası. Şimdi Marlboro güzel sigara, Coca-Cola falan da iyi hoş da, tasarım konusunda biraz daha içe dönük olabiliriz aslında. Nasıl olduğunu bilsem söyleyeceğim, tek bildiğim nargile, çay bardağı gibi konulara bulaşmadan da olabileceği. Çay bardağı güzeldi zaten.